Bingöl, 18 Ekim 2023 tarihindeki 3,9 büyüklüğündeki deprem ile sarsıldı. Doğanın gücünü bir kez daha gözler önüne seren bu olay, yalnızca fiziksel değil, aynı zamanda derin bir felsefi sorgulamanın da sebebi oldu. İnsanlık, yüzyıllardır doğanın güçleri karşısında ne denli çaresiz olduğunu anlamaya çalışıyor. Bu deprem, felsefi olarak varoluşumuzu, yaşamın geçiciliğini ve insanın evrendeki yerini sorgulatıyor.
Deprem, doğanın kaçınılmaz bir gerçeği ve bu gerçek insan yaşamını doğrudan etkiliyordu. Doğanın dinamik yapısı, insanların normalde alıştığı düzene bir müdahalede bulunuyor. Ancak üst düzey bir farkındalık yaratabilmesi açısından deprem olgusu felsefi bir perspektiften ele alınmalı. Her bir sarsıntı, insanın varoluşsal kaygılarını açığa çıkaran bir arka plan yaratıyor; “Hayat ne kadar garanti altında?” ya da “Gerçekten kontrol bizde mi, yoksa evrenin ellerinde mi?” soruları akıllarda yankılanıyor.
Kant’ın “Dış dünya kavramı” üzerine yaptığı konuşmalar, bu tür doğa olaylarının insan zihninde nasıl algılandığını anlamamıza yardımcı olabilir. Dış dünya, bireylerin bilinçaltında bir irade ve öngörü oluşturuyor, ancak depremler bu iradeyi sorgulamaya itiyor. Bireyler, bir anda dengenin bozulduğu, hayatlarının alt üst olduğu bu tür olaylar karşısında kendi varlıklarını, cinselliklerini, yaşamak için ihtiyaç duydukları güveni sorguluyorlar.
İnsanın varoluşu üzerine yapılan felsefi tartışmalar çoğu zaman ontolojik düzlemde gerçekleşir. Ontoloji, varlığa dair soruları içeren bir felsefi alan olarak, Bingöl’deki bu depremin ardından tekrar gündeme gelmiştir. Zira, yaşamın ne kadar kırılgan olduğu ve dışsal koşulların bireyler üzerindeki etkisi, bu tür istikrarsız durumlarda daha belirgin hale gelir. Doğanın etkileşimleri sadece fiziksel değil, aynı zamanda ruhsal ve duygusal anlamda da yoğun etkiler doğurabilir.
Özellikle Heidegger’in “kendi varlığına ulaşma” kavramı burada dikkate alınabilir. Depremler, insanların dünyanın geçiciliğini ve kendi varlıklarının önceliğini sorgulamasına olanak tanıyor. İnsan, varlığını anlamak ve bu anlamı yaşamak adına sürekli bir arayış içinde olmaktadır. Bu mesele, doğanın güçlü sarsıntıları ile daha bir anlam kazanır; çünkü varlığın geçiciliği, doğanın değişmez döngüsü ve insana sunduğu belirsizlikleri bize hatırlatır.
Bir diğer önemli nokta ise toplumsal bellek ve dayanışmadır. Bingöl depremi gibi doğal felaketler, bireylerin kendi varlıkları ile toplumsal varlıkları arasında bir köprü kurar. Bu gibi olaylar, insanlar arasında dayanışmayı artırma potansiyeli taşır. Tıpkı Aristoteles’in “insan, toplumsal bir varlıktır” dediği gibi, deprem gibi trajik olaylar ortak bir deneyim yaratır ve bu da kişisel varoluşu toplumsal bir zemine oturtarak insanları bir araya getirir. Birçok insan, bu doğal cakeyi kendi varlığı ile birleşmiş bir bütün olarak anımsayarak, sosyal bağlarını yeniden gözden geçirebilir.
Dolayısıyla, Bingöl'deki deprem sadece bir doğa olayı değil; aynı zamanda insanların felsefi olarak kendi yaşamlarını, varoluşlarını, birbirleriyle olan ilişkilerini ve doğayla olan etkileşimlerini sorgulamalarına yol açan bir anı taşır. Her deprem, güçlü bir hatırlatırken, insana yeni bir bakış açısı kazandırabilir; belki de yaşamın ne kadar kıymetli olduğunu bir kez daha anlamamıza vesile olur.
Sonuç olarak, Bingöl’deki 3,9 büyüklüğündeki deprem, felsefi bakış açısının ötesinde derin bir varoluşsal sorgulama ortaklığı sunuyor. İnsanlık için bu tür felaketler sadece fiziksel bir tehlike değil, aynı zamanda insan ruhunun derinliklerine hitap eden bir dönüşüm fırsatıdır. Bu fırsatlar, bireylerin güçlerini, cesaretlerini, korkularını ve birbirleriyle olan bağlılıklarını yeniden tasarlamalarına ve anlamlandırmalarına olanak tanır.